TÜRKİYE’NİN ENERJİ POLİTİKALARI SORUNU! …
Hani, nerede kaldı? Bir türlü gelmeyi bilmedi! Acaba, değişen doğanın dengeleriyle birlikte mevsimlerin de yeri, zamanı ve özellikleri de mi değişti. Kaç yıldır yaşamakta olduğumuz şu korkutucu kuraklık yine aynı şekilde devam mı edecek? Özlediğimiz ve beklediğimiz yağışlar yine bir türlü gelmeyecek mi? Derken, Türkiye genelinde beklenen yağışlar, Ocak Ayının ikinci haftasıyla birlikte birdenbire başlayıverdi. Kara kış, sanki bir gecede ansızın çıkageldi. Hem de ne geliş? Kış, bir geldi, pir geldi. Mevsim normallerinin üzerinde yağan yağışlar, tüm Türkiye genelinde günlük yaşam koşullarını olağanüstü derecede etkiledi. O kadar ki, yağan kar yağışının yoğunluğu nedeniyle, başta İstanbul olmak üzere pek çok kentimizde şehir içi ulaşım adeta durdu. Şehirlerarası ulaşımda çok ciddi aksamalar yaşandı. İstanbul-Ankara karayolu trafiğe kapandı. Binlerce yerleşim yeriyle ulaşım bağlantısı koptu.
Yağışların, yağmur şeklinde düştüğü Akdeniz Bölgemizde; yağan yağmurların yoğunluğu nedeniyle Antalya, Mersin, Adana, Hatay gibi illerimizde sel baskınlarına karşı olağanüstü önlemler alınmak zorunda kalındı. Uzmanların açıklamalarına göre, son 50 yılın en sert kışını yaşıyoruz. Ancak, koşullar her ne olursa olsun özellikle İstanbul gibi bir metropol şehirde yaşananlara ilişkin olarak televizyonlarımızda izlediğimiz görüntüler, hiç te öyle kabul edilebilecek, unutulacak ve görmezden gelinerek sineye çekilebilecek cinsten değildi. Yağan karla birlikte, başta şehir içi ulaşım ve yollar olmak üzere kentsel altyapının nerdeyse tümüyle iflas etme noktasına gelmesi, tüm yurttaşlar tarafından hayret ve üzüntüyle karşılandı. Ve geleceğe ilişkin olarak da büyük endişeler yarattı. Kentte, iki gün boyunca tüm özel araçların trafiğe çıkması yasaklandı. Sağlık ve güvenlik gibi acil ve zorunlu hizmetleri verenler dışındaki tüm kamu kurum ve kuruluşları ile üniversiteler tatil edildi.
Milli Eğitime bağlı okullar zaten daha önce yarıyıl tatiline girmişlerdi. Kış mevsiminin çok daha ağır ve zor koşullarda yaşandığı Rusya, Kuzey Avrupa ülkeleri, Kanada ve ABD gibi ülkelerin metropollerinde günlük yaşam normal seyrini sürdürürken; yağan karla birlikte İstanbul’da günlük yaşamın adeta felç olması, kimi çevrelerce çok övünülmesine rağmen, bu şehirdeki kentsel altyapının ne kadar yetersiz olduğunu gösteren somut bir olgu olarak ortaya çıktı. Hele, Türkiye’nin son yıllardaki en büyük ve en pahalı yatırımı olarak gösterilen İstanbul Havaalanı’nın kargo bölümünün tavanının çökmesi, aynı şehirdeki Sabiha Gökçen ve Atatürk Havaalanlarında uçuş faaliyetleri kesintisiz olarak sürdürülürken; İstanbul Havaalanı’nın uçuşlara kapatılmak zorunda kalınması ve yerli ve yabancı binlerce yolcunun burada mahsur kalması gibi çelişkili durumlar doğdu. Ve çözüm bulunmadı. Bütün görkemli ve gösterişli görüntüsüne rağmen acaba bu havaalanı yapılırken; bilimsellikten ve planlama disiplininden uzaklaşıldı mı? Ya da yer seçiminde bazı yanlışlar yapıldı mı? Şeklinde çeşitli sorular sorulmasına ve İstanbul Havaalanının işlevselliğinin sorgulanmasına neden oldu. Ne yazık ki, şu son birkaç gün içerisinde bu havaalanında yaşanan olumsuzluklar, özellikle de yabancı yolcuların “otel istiyoruz” şeklinde topluca slogan atmaları ve bunların çevik kuvvet polislerince kuşatılmaları; havacılık tarihimizde ilk kez görülen ve daha uzun yıllar boyunca unutulmayacak olan büyük bir skandal olarak Türk havacılık tarihine geçti. Hali hazırda kış mevsimi bütün ağırlığıyla ve zorluğuyla varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Meteoroloji uzmanları, bu hava dalgasının ardından yine, aynı biçimde yeni yağışlı soğuk hava dalgalarının geleceği tahmininde bulunuyorlar. Yurttaşları ve ilgilileri gereken önlemleri almaları konusunda uyarmaya çalışıyorlar. Yeniden aynı olumsuzlukların yaşanmaması için acaba bu yaşananlardan gereken dersler çıkarıldı mı? Yaşamın doğal akışının tekrar kesintiye uğramaması için gereken önlemler alındı mı? Yoksa yine, her zaman olduğu gibi her şey oluruna ve olaylar kendi haline ve kendi akışına mı bırakıldı? Yaşayıp hep birlikte göreceğiz. Şimdilik kendimizi, yağan yağışların etkisiyle barajların doluluk oranlarının yükselmesiyle ve kısmen de olsa kuraklık tehlikesinin atlatılmış olmasıyla teselli edebiliriz. Şaka bir yana bizler, daha hazırlıksız yakalandığımız ve birdenbire bastırması nedeniyle henüz uyum sağlayamadığımız kara kışın şaşkınlığını ve ağırlığını üzerimizden atamadan, çok ilginç bir rastlantıdır ki, yine aynı Ocak Ayının ikinci haftasından itibaren tüketiciyi şok eden Cumhuriyet tarihinin en yüksek tutarlı elektrik ve doğalgaz faturalarıyla karşılaşmaya başladık. Türkiye Elektrik Mühendisleri Odasınca yapılan bir açıklamadan öğrendiğimize göre, 2022 yılının ilk günlerinde elektrik tarifelerinde mesken, sanayi ve ticarethane grupları için vergi ve fonlar dâhil ortalama %52 ile %130 arasında değişen oranlarda zam yapıldı. BOTAŞ’ın belirlediği doğal gaz fiyatlarında ise, sanayi kullanımında %50, Konut kullanımında %20, elektrik üretimi amaçlı doğalgaz kullanımında ise %15 oranında bir artışa gidildi. Daha bu yüksek oranlı zamların şoku atlatılmadan İran’dan sağlanan doğal gazın 10 günlük bir kesintiye uğrayacağı haberleri gelmeye başladı. Türkiye, bu tip tedarik sorunlarına karşı şimdiye kadar sıvılaştırılmış doğal gaz stoklarını kullanırdı ama bu kez yaşanan bu tedarik sorununu elektrik ve doğal gaz kesintileriyle aşma yoluna gidildi. TEİAŞ ve BOTAŞ, tüm Türkiye’de organize sanayi bölgelerine (OSB) en az 3 gün olmak üzere elektrik ve doğal gaz kısıtlaması yapmaları uyarısında bulundu.
Bilindiği üzere sanayi üretimi, ülkenin büyümesinde ve ihracat hedeflerine ulaşmasında çok büyük bir önem taşımaktadır. Sanayi, ancak üretim planlaması aracılığıyla karlı ve verimli bir biçimde çalışabilir. İhracat ise, sözleşmelere sıkı sıkıya bağlı kalınarak yapılan, karşılıklı güven esasına dayalı bir ticarettir. İhracatta, mal teslim süreleri ve zamanı kritik bir öneme sahiptir. Sanayide yapılan doğal gaz kesintilerinin üretim planlamasında ve ihraç mallarının teslim sürelerinde beklenmedik gecikmeler yaratacağı gün gibi aşikârdır. Ülkemizin belli başlı sanayicileri, sanayideki elektrik ve doğal gaz kesintilerinin ülke ekonomisi açısından çok vahim sonuçlar doğuracağı yorumunu yapmakta ve endişelerini dile getirmektedirler. Bu nedenlerle, İran doğal gazında yaşanan kesinti sorunu, doğal tedarik sürekliliğinin ve stokunun, ekonomi açısından taşıdığı yaşamsal önemi bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Dünyada ve ülkemizde yakıcı bir gündem maddesi olarak sivrilen enerji politikaları, maliyetleri ve tedarik sorunları, rahatlıkla gözlemlenebildiği üzere tedarik koşulları ve sürekliliği açısından uluslararası ilişkiler, fiyatlar ve toplumsal maliyetler açısından da makroekonomik büyük bir sorun haline gelmiştir. Ve bu sorun, daha uzun yıllar boyunca önemini arttırarak devam edeceğe benzemektedir. Türkiye, başta petrol olmak üzere doğal gaz, nükleer enerji ve elektrik gibi enerji kaynaklarının temininde %90 oranında dışa bağımlıdır. Elektrik üretimi ve dağıtımı gibi, doğal gaz temini ve dağıtımı da tamamına yakın sayılabilecek oranlarda özelleştirilmiştir.
Ülkemizde elektrik ve doğal gaz faturalarının bu kadar yüksek olmasının en önemli nedenlerinden birisi de işte bu dışa bağımlılık ve özelleştirmelerdir. Özel elektrik üretim ve dağıtım şirketleri, halkı değil, yalnızca kendi kârlarını azamileştirmeyi düşünmektedirler. Günümüz koşullarında, dar gelirli işçi, memur ve emekliler ile esnaf ve sanatkârlar gibi orta gelirli halk kesimlerinin, bu kadar pahalılaşmış enerji kaynaklarını uzun süre kullanabilmeleri olanaklı değildir. Yakında, işyeri kapanmalarında ve kaçak elektrik kullanımında artışlar ve elektrik ve doğal gaz aboneliklerinde azalmalar saptanırsa, bu durum hiç kimse için şaşırtıcı olmamalıdır. Bu nedenle yapılan zamlar hızla geri alınmalı ya da kabul edilebilir oranlarda düzeltilmelidir.
Enerji kaynakları da günümüzün çağdaş toplumları için tıpkı tarımsal kaynaklar gibi yaşamsal derecede önemli, stratejik nitelik taşıyan kaynaklardır. Günümüzde, kişi başına tüketilen elektrik enerjisinin çokluğu, başlı başına bir gelişmişlik ve kalkınmışlık göstergesi olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle, enerji üretim ve dağıtımı 1980 öncesinde olduğu gibi tümüyle devletleştirilmelidir. Başta akaryakıt ve elektrik olmak üzere tüm enerji kaynaklarının halka ucuz bir şekilde ulaştırılması mutlaka sağlanmalıdır. Enerji yönetiminde, halkın çıkarlarını ve kamu yararını gözeten kamucu politikalar geliştirilmelidir. Bugün geldiğimiz noktada, yaşanan kısıntı, çelişki ve sorunları gördükçe insan soramadan edemiyor.
Acaba Türkiye’nin, kendi toplumsal gerçeklerine uygun, bilimsel, işlevsel, gerçekçi ve uzun vadeli bir enerji politikası var mıdır? Eğer varsa, bu enerji politikası nasıl bir politikadır. Bu soruların cevapları kamuoyu önünde açık ve doğru bir biçimde verilmeli ve halkımız enerji politikaları konusunda aydınlatılmalıdır. Yoksa çok büyük oranda enerji konusunda yaşadığımız politikasızlıktan kaynaklanan, ülke ekonomisini temellerinden sarsan ve açıkça tehdit eden bu enerji sorunları, katlanarak artmaya ve can yakmaya devam edecektir.
Celal TEZEL
Mersin Üniversitesi Öğretim Üyesi