FLAŞ HABER:
Ana Sayfa GÜNDEM, TARİH-FELSEFE-KÜLTÜR-SANAT-TURİZM, TARSUS TARİHİ 25 Mayıs 2022 207 Görüntüleme

Celal TEZEL Yazdı: Ulu Hakan Mı? Kızıl Sultan Mı?

Ulu Hakan Mı? Kızıl Sultan Mı?

Siyasi tarihimizde, çeşitli vesilelerle zaman zaman ortaya atılan ve her nedense üzerinde bir türlü kesin bir görüş ve fikir birliğine varılamayan; Sultan II. Abdülhamid: Ulu hakan mı? Yoksa kızıl sultan mı?

Tartışmalarının fitilini, bu kez de İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener ateşledi. İyi Parti Genel Başkanı Akşener, 27 Nisan 2022 günü partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmasında, Gezi Davasından çıkan hapis cezası kararlarını; “Meselemiz bugün her bir ferdin engellenemez temel haklarının elinden alınmasıdır. 1908’de istibdada karşı koyan ruh neyse Gezi de odur. Demokrasi için seferber olan o günün Türk gençleri neyse ağacına, parkına sahip çıkan Gezi’deki Türk gençleri de odur. Kahrolsun istibdat (baskı yönetimi) yaşasın hürriyet (özgürlük), müsavat (eşitlik) ve uhuvvet (kardeşlik)” sözleriyle eleştirdi.

İyi Parti Genel Başkanı Akşener’in, grup konuşmasında kendisini dinleyenleri ateşlemek için kullandığı bu “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet, müsavat ve uhuvvet” sözleri aslında, 1889 yılında 5 Tıbbiyeli öğrenci tarafından Sultan II. Abdülhamid’in katı baskıcı, monarşik ve otokrat yönetimine karşı mücadele etmek ve özgürlükleri esas alan Anayasalı ve Meclisli bir yönetim kurmak amacıyla büyük bir toplumsal mücadeleye ve köklü bir devrim hareketine girişmiş olan ve Türk Siyasal Tarihinin ilk siyasal partisi olma özelliğini de taşıyan İttihat ve Terakki Partisinin, o yıllarda militanlarının ve sempatizanlarının gönüllerini fetheden etkili, ünlü ve unutulmaz sloganıdır.

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in bu söz ve eleştirileriyle Sultan II. Abdülhamid’in katı baskıcı istibdat rejimini hedef aldığını ve açıklamalarının bir yönüyle de kendisini eleştirdiğini değerlendiren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise, 21 Mayıs 2022 Cumartesi günü AKP Gençlik Kollarınca Adana Stadyumunda düzenlenen “Bir Gençlik Şöleni” etkinliğinde yaptığı konuşmasında, İYİ Parti Grup Toplantısında kullandığı “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” sloganı nedeniyle Abdülhamid üzerinden İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i hedef alarak hayli sert bir şekilde eleştirdi. Burada yaptığı konuşmasında Erdoğan, konuya ilişkin görüş ve düşüncelerini özetle; “…Abdülhamid Han, hayatı boyunca devrinin emperyalistleriyle mücadele etmiş bir millet sevdalısıdır. Varsın birileri Gezi olaylarını devrilişine benzeterek dursun, biz ecdadın izinden yürüyeceğiz. Gençlerimizin kimin, kim olduğunu bilmeye hakkı var. Siz emperyalist ağızlılara hak eden cevabı verecek gençliksiniz. Abdülhamid’e dil uzatan hanımefendiye sormak lazım, 33 yıl “hasta dev” diye takdim edilen Osmanlıyı bir karış toprak kaybetmeden yöneten Abdülhamid’e dil uzatana, millet 2023 seçimlerinde haddini bildirecektir. Meral Hanım, sen kim Sultan Abdülhamid’e saygısızlık kim…” şeklindeki açıklama ve söylemleriyle dile getirdi.

Karşılıklı olarak yapılan bu açıklamaların ardından kamuoyunda ister istemez Sultan II. Abdülhamid: Ulu hakan mı? Yoksa kızıl sultan mı? Tartışmaları yeniden alevlendi. Bu tarihi tartışmada her zaman sorulan ve üzerinde konuşulup tartışıla tartışıla artık sıradanlaşmış olan klasik soruya yanıt olarak hemen baştan söylememiz gerekir ki; Sultan II. Abdülhamid ne kendisine sempati duyan kimilerinin söylediği gibi ulu bir hakandır; ne de kendisine husumet ve nefret besleyen bazılarının söylemeye çalıştıkları gibi kızıl bir sultandır. Yani Sultan II. Abdülhamid, tartışmayı sürdürmeye çalışan kimi tarihçi, siyaset adamı ve yurttaşların iddia etmeye ve kanıtlamaya çalıştıkları gibi ne tamamen sütten çıkmış ak kaşıktır ve ne de bütünüyle kirli bir kara kaşıktır.

Objektif ve gerçekçi olmak gerekirse onu, yaşadığı tarihsel dönemin özellikleriyle ve yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla değerlendirmemiz gerekmektedir. Tarihsel olaylar tartışılırken işin şu boyutu hiçbir zaman unutulmamalı ve her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Şöyle ki; tarihsel olaylar, tarih sahnesinde nasıl yaşanmışlarsa öyle gerçekleşmişlerdir. Ve tarihe de öyle geçmişlerdir. Böyle bir tarihsel gerçeği artık hiçbir kimsenin hiçbir gerekçeyle, sübjektif yorumlarla, olasılıklı varsayım ve yaklaşımlarla değiştirmeye çalışmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Aslında tarihsel gerçekleri çarpıtmaya ve değiştirmeye hiç kimsenin gücü de yetmez. Çünkü tarihsel gerçekler hiçbir şekilde değiştirilemez. Şimdi gündemdeki tartışma konusu tarihsel olayımızda olduğu gibi, siz dilediğiniz kadar Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid döneminde bir karış bile toprak kaybedilmedi diyebilir ve bu görüşünüzde ısrarcı da olabilirsiniz. Ancak sizin bu şekildeki sübjektif görüş, düşünce ve yorumlarınız; Padişah II. Abdülhamid’in, 33 yıllık saltanatı döneminde Osmanlı Devleti’nin başta Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ, Romanya, Bulgaristan, Bosna Hersek, Artvin, Kars, Ardahan, Van’ın bir bölümü gibi bölgeleri olmak üzere 1 milyon 592 bin 806 kilometre kare yüzölçümünde, yani bugünkü Türkiye’nin 2 katı büyüklüğünde topraklarını kaybettiği gerçeğini hiçbir şekilde ortadan kaldıramaz.

Belki de Osmanlı Tarihinin en tartışmalı tarihsel kişiliklerinden birisi olan Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde tahta geçmiş olan 34. padişahtır. Saltanatını, Osmanlı Devleti’nin oldukça çalkantılı ve bunalımlı devirleri olan 1876 ve 1909 yılları arasında sürdürmüştür. Otokratik ve baskıcı bir monarşik yönetim kurmuştur. Saltanatını sürdürebilmek uğruna Anayasalı ve Meclisli bir yönetim için özgürlük mücadelesi veren Namık Kemal, Mithat Paşa, Tevfik Fikret ve Ali Süavi gibi Osmanlı Aydınlarını en ağır şekilde cezalandırmaktan çekinmemiştir. 93 harbini gerekçe göstererek Kanunuesasi’yi askıya almış ve Meclisleri kapatmıştır. Kanunuesasi’nin ve I. Meşrutiyetin mimarı Mithat Paşa’yı Taif zindanlarında boğdurtmuştur. Basına çok katı bir sansür uygulamıştır. Sansür uygulamalarında o kadar ileriye gitmiştir ki, bugünün gençlerine çok komik gelecek ama burun takıntısı olan II. Abdülhamid, gazete ve dergilerde ve günlük yazışmalarda “burun” sözcüğünün kullanılmasını bile yasaklamıştır. Toplumu baskı altına alabilmek için kendisine bağlı hafiyelerden oluşan bir espiyonaj sistemi tesis etmiştir. Bu nedenle 33 yıl süren saltanatı dönemine tarihimizde “İstibdat Dönemi” adı verilmiştir. Bu dönem aynı zamanda, korkunç ve acımasız bir korku imparatorluğu dönemi olmuştur. Bu dönemde, Anayasalı ve Meclisli bir yönetim için özgürlük mücadelesi veren ittihatçılar insafsızca katledilmiştir. Birçoğu, sorgusuz sualsiz, haklı haksız zindanlara doldurulmuştur. Sultan II. Abdülhamid döneminde yalnızca kötü yönetim toprak kayıpları değil, aynı zamanda İmparatorluk Türkiye’sinin Osmanlı Hanedanı altında her bakımdan çöküşü de başlamıştır.

Tarihte 93 harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sonucunda Rus’lar, bugünkü Yeşilköy semtine kadar gelmişlerdir. İstanbul’un bile elden çıkması tehlikesi baş göstermiştir. Savaşın kaybedilmesi nedeniyle, Balkanlardan 800 bin, Kars, Ardahan Batum’dan 300 bin kadar Türk ve Müslümanın İstanbul ve elde kalan topraklara göçü başlamıştır. Nüfusun göçler nedeniyle aniden artması dolayısıyla, İstanbul’da bile ekmek karaborsaya düşmüş ve açlık tehlikesi baş göstermiştir. O dönemde Balkanlarda katledilen Türk, Boşnak, Arnavut, Makedon, Pomak gibi diğer Müslüman ahalinin kesin sayısı bugün bile bilinmemektedir. İşler kötüye gittikçe halkı oyalayıp avutabilmek için din ögesini ön plana çıkartan ve bu amaçla “halifelik” unvanını ilk kullanan padişah da II Abdülhamit olmuştur. Halkın kutsal din duygularını, halkı oyalamak ve kendi sorunlarından uzaklaştırarak, kayıtsız şartsız kendisine itaat eder hale getirebilmek için siyasal bir araç olarak kullanmıştır. “Siz bu milleti tanımazsınız. Bu millet bir koyun sürüsüdür. Bu koyun sürüsüne eli sopalı bir çoban lazımdır. O çaban da benim” sözü II Abdülhamit’e aittir. Bu yaklaşımı nedeniyle, Said-i Nursî gibi İslami cemaat önderlerince ve Mehmet Akif gibi şair ve düşünürlerce bile çok ağır bir şekilde eleştirilmiştir. II Abdülhamit, yalnız ülke yönetiminde, siyasi konularda, diplomaside ve savaşlarda değil, aynı zamanda ekonomik alanda da çok başarısız olmuştur. Sürekli olarak gericiliği desteklemiş ve yeniliklere karşı çıkmış olması nedeniyle, Osmanlı ülkesinde Sanayi Devriminin gerçekleşmesine engel olmuştur. Osmanlı Ülkesini yarı sömürge haline getiren ekonomik anlaşmaların altında da II. Abdülhamit’in imzası vardır.

1876’da tahta oturan II. Abdülhamit, İstanbul’da tefecilik faaliyetlerinde bulunan Galata bankerlerinden ve Osmanlı Bankası’ndan sürekli olarak iç borçlanma yapıyordu. Devlet bir süre sonra bu borçlarını ödeyemez hale gelince; tuz, ispirto, tütün, alkol gibi ürünler üzerinden alınan birçok verginin gelirlerini alacaklılarına tahsis etti. 1881’de imzaladığı “Muharrem Kararnamesi” ile gümrükten tuzdan, ipekten, tütünden ve alkolden alınan vergilerin toplama yetkisini yabancıların kurduğu ve yönettiği Düyun-u Umumiye idaresine bıraktı. Çoğu tarihçi dile getirip anlatmıyor ama Sultan II. Abdülhamid döneminde alınan dış borçlar, kötü bir miras olarak yeni ve genç Türkiye Cumhuriyeti’ne kalmıştır. Bu borçlar, Lozan Barış Görüşmeleri sırasında taksite bağlanmış ve son taksiti ise 1954 yılında ödenmiştir. Bütün bu olumsuzlukları yanında II Abdülhamit, devrinin en ileri ulaşım aracı olan trenlere büyük önem vermiştir. Berlin-Hicaz Demiryolunu Alman şirketlerine yap-işlet-devret yöntemiyle yaptırmıştır.

Yine aynı şekilde ülkenin her yanını devrinin en ileri haberleşme aracı olan telgraf hatlarıyla donatmıştır. Mekteb-i Mülkiye gibi, Darülfünun gibi, Darülmuallimat ve Askeri Tıp Fakültesi gibi nitelikli eğitim kurumlarının açılmasına öncülük etmiştir. 1908 Özgürlük devrimini gerçekleştirerek II. Meşrutiyeti ilan eden İttihat ve Terakki Hükûmetine karşı 31 Mart’ta ayaklanan gerici güçleri özendirdiği gerekçesiyle tahtan indirilerek saltanatına son verilmiş ve Selanik’teki Alatini köşküne sürgüne gönderilmiştir. 1912 yılında Beylerbeyi Sarayına getirilmiş ve 10 Şubat 1918 yılında İstanbul’da hayata gözlerini kapatarak bu yaşama veda etmiştir. Tarihsel gerçekler özetle burada anlatıldığı gibidir.

Bizim ülkemizde örneğine çok sık rastladığımız bu tip soyut ve çekişmeli tarih tartışmaları genellikle sığ, derinliği ve bilimselliği olmayan, çoğunlukla hamasi öykülerden oluşan, soyut ve afaki tarih anlayışı ve yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Toplumumuza gelecekte bir gün, gerçek anlamda bilimsel bir tarih eğitimi verildiğinde ve yurttaşlarımızın büyük bir çoğunluğunda duygusallıktan, hamasetten ve komplekslerden uzak, gerçekçi ve bilimsel bir tarih bilgisi ve bilinci oluştuğunda; yalın tarihi gerçekler olduğu gibi kabul edilecek ve bu tip kimseye yararı ve sonucu olmayan soyut tarih tartışmaları da kendiliğinden son bulacaktır.

Celal TEZEL

Emekli Uzman Üniversite Öğretim Üyesi