Durdurulamayan Doktor Göçleri ve Sağlık Sistemini Bekleyen Tehlikeler
Ülkemizin çözüm bekleyen bunca devasa ekonomik, siyasal ve sosyal sorunları ve günlük yaşamın bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen, zorlu koşuşturmacaları arasında dikkatinizi çekip te okuma fırsatı bulabildiniz mi? Bilemem ama, geçtiğimiz 05 Haziran 2022 günü çeşitli gazetelerde ve bazı haber sitelerinde, yakın zamanda Almanya’ya göç eden Türk Doktorlarına ilişkin çeşitli haberler yayımlandı.
Bu haberlere göre, Almanya’ya göç eden Türk Doktorları, Düsseldorf kentinde buluşarak piknik yapmışlar ve bu piknikte topluca çektirdikleri bir resmi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, göç eden doktorlar için söylediği “giderlerse gitsinler” sözüne nazire yaparcasına “Giderlerse gittik” mesajı ile paylaşmışlardı. Bu haberlerin yayımlanması üzerine, aslında kökü çok derinlerde ve çok önemli bir sorun olan tıp doktorlarının kitleler halinde yurt dışına; özellikle de başta ABD olmak üzere, çeşitli gelişmiş Batı Avrupa ülkelerine göçü sorunu ve bu bağlamda ele alınan bütün bir sağlık sistemi, kamuoyunda bir kez daha çok çeşitli yönleriyle tartışılan bir konu haline geldi.
Siyasal iktidar, doktorların ücretlerini ve özlük haklarını düzenleyen bir yasayı Meclise sunduğunu ve ortaya çıkma olasılığı bulunan uzman hekim açığını kapatmak için üniversitelerdeki ve araştırma hastanelerindeki asistan hekimlik kadrolarını iki katına çıkardığını açıkladı. Açıkladı açıklamasına ama, bu açıklamalar doktorların göçünü durdurmaya yetmedi. Aksine, TTB (Türk Tabipler Birliği)’nin verilerine göre 2022 Yılında doktorların göçü daha da hızlandı. Kamuoyuna yansıyan bu tür gelişmeler üzerine konuya ilişkin görüşlerini açıklayan TTB 2. Başkanı Prof. Dr. Ali İhsan Ökten, çıkartılacak olan sağlık çalışanlarının mali haklarının iyileştirilmesi kanun teklifinde; doktorlar dışında başta hemşireler olmak üzere öteki sağlık emekçilerinin hiç birisine yer verilmediği için bu yasayı bir utanç yasası olarak nitelendirdi. Ve asistan hekim kontenjanlarının arttırılmasını ise tıp eğitiminin kalitesini düşürecek bir gelişme olarak değerlendirdi.
Tabii çözüm olarak sunulan bu düzenlemeler, beklentileri karşılamaktan çok uzak olduğu için konunun muhatabı olan taraflardan hiç birisini tatmin etmedi. Çünkü Türkiye’nin göç eden doktorlar sorunu; ne kadar yüksek olursa olsun yapılacak olan çeşitli ücret artışlarıyla ya da özlük haklarının çeşitli biçimlerde iyileştirmesiyle çözümlenebilecek basit bir sorun değildir. Konu, doğrudan doğruya kamu sağlığını çok yakından ilgilendiren bir konudur. Bu nedenledir ki, hepimiz ve herkes için yaşamsal derecede önem taşımaktadır. Dolayısıyla; toplumsal sorunlara duyarlı, sorumluluk sahibi tüm yurttaşlarımızın: “Bu doktorlar topluca neden göç ediyorlar?” “Böyle bir göç olayının ortaya çıkmasına etki eden ekonomik, siyasal, sosyal ve yönetsel etkenler nelerdir?” “Doktorların kitlesel göçü nasıl önlenebilir?” ya da “Eğer bu göç durdurulamazsa; sağlık sistemi, kamu sağlığı, tıp eğitimi ve toplumun geleceği bu gelişmelerden nasıl etkilenebilir?” Şeklinde sorulabilecek olan bu kapsamdaki daha pek çok sorunun üzerinde ciddiyetle kafa yormaları ve bu soruların doğru yanıtlarını üretebilmeleri gerekmektedir. Esasen Türkiye’de, tıp eğitiminin, tıp etiğinin, hastane ve sağlık yönetiminin, doktorluk mesleğinin icra ediliş yöntemlerinin ve bütünüyle sağlık sisteminin son derecede bilimsel ve çok başarılı gelenekleri vardır. Bu gelenekler kaynağını, köklü bir tarihsel geçmişten almaktadır. Ülkemizdeki ilk Tıbbiye Mektebi, Osmanlılar döneminde açılmıştır. Ne yazık ki Osmanlılar döneminde verilen tıp eğitimi ve sağlık hizmetleri, hiçbir zaman yeterli düzeye ulaşamamıştır.
Tıp eğitimindeki ve sağlık hizmetlerinin verilişindeki asıl gelişmeler Cumhuriyet döneminde meydana gelmiştir. Bilindiği gibi, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk yalnızca iyi bir devlet adamı değil aynı zamanda büyük bir devrimciydi. “Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, başarı için, en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde yol gösterici aramak aymazlıktır, cehalettir, sapkınlıktır. Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki aşamalarının gelişimini kavrayabilmek ve ilerlemelerini zamanında takip etmek şarttır.” Şiarıyla ülkemizdeki çağdaş tıp eğitiminin temellerinin atılmasını sağlamıştır. Bu gelişmelerin uygulayıcılığını ise, toplumcu düşünceleriyle tanınan Dr. Reşit Galip, Dr. Refik Saydam ve Dr. Behçet Uz gibi Milli Eğitim ve Sağlık Bakanları yapmışlardır. 1933-1945 yılları arasında Dr. Reşit Galip’in sıcak ilişkileri ve yoğun girişimleri ile NAZİ Partisinin ve acımasız diktatör Hitler’in zulmünden kurtulma çabası içerisinde olan 16 Saygın Alman tıp profesörü İstanbul’a getirtilerek bu ünlü bilim insanlarının İstanbul Tıp Fakültesi’nde görev almaları sağlanmıştır. Bu Alman bilim insanlarına ek olarak ayrıca, o dönemde tıp eğitimlerini yurtdışında tamamlamış olan Dr. Zaruhi Kavalcıyan, tıp tarihine ilk Türk kadın hekim olarak adını yazdırmış olan Dr. Safiye Ali, Dr. Feridun Frik, Hulusi Behçet, Akil Muhtar Özden, Mazhar Osman gibi önemli doktorlar da kadroya dahil edilmiştir.
Bu yapılanma sonucunda İstanbul Tıp Fakültesi 1933 sonrası Avrupa’da o dönemin en gözde tıp fakültelerinden birisi haline gelmiştir. Yine ilerleyen yıllarda farklı ülkelerden bilim adamları da Avrupa’nın siyasi olumsuzluklarından kaçarak ülkemizde İstanbul Üniversitesi, Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Ankara Numune Hastanesi gibi sağlık kuruluşlarında çalışmaya başlamışlardır. Görüldüğü gibi ülkemizde Cumhuriyetle birlikte başlayan çağdaş tıp eğitiminin temelinde gerçek bir uygulamalı bilim ciddiyeti ve ünlü Alman disiplini vardır. O günün devrimci kadroları, dünya çapında nitelikli hizmet üreten ve bir saat düzeninde iyi işleyen, rasyonel ve dinamik bir sağlık sistemini kurmayı başarmışlardır. Koruyucu hekimlik esası üzerine kurulan bu sağlık sistemi sayesindedir ki, ülkemizdeki verem gibi, sıtma gibi, tifo, tifüs gibi pek çok salgın hastalığın üstesinden gelinebilmiştir. Söz konusu bu sağlık sistemi; bütün ihmal edilmişliğine, noksanlık, aksaklık ve yoksunluklarına rağmen iyisiyle kötüsüyle 2000’li yıllara kadar gelebilmiştir. AKP 2002 Yılında iktidar olduktan sonra 2005 yılında çıkartılan bir yasayla “Sağlıkta Devrim” adı altında SSK ve devlet hastanelerini birleştirmiştir. SSK’nın ilaç fabrikasını kapatmıştır. Sağlıkta basamak hiyerarşisini kaldırmış, isteyen hastanın istediği sağlık kurumuna gitmesini sağlamıştır. İlaçların tüm eczanelerden alınmasına olanak tanımıştır.
Başlangıçta halktan çok büyük destek gören bu yasaların uygulanması sonucunda sağlıkta tarihte bir örneği daha görülmemiş özelleştirmelere gidilmiştir. Parası olanın 5 yıldızlı otel lüksünde sağlık hizmeti aldığı özel hastaneler yaygınlaşmıştır. Zamanla “Sağlıkta Devrim” öyküsünün içi boş bir söylemden öteye gitmediği görülmüştür.
Kurulan Şehir Hastaneleri, sağlık sorunlarının çözümüne katkı sağlamadığı gibi aksine bu sorunları daha da arttırmıştır. Devlet hastaneleri ve devlete ait üniversite hastaneleri ile burada çalışan sağlık emekçileri uzun yıllar boyunca ihmal edilmiştir. Sağlık kurumları siyasallaştırılmış ve buralarda partizanca kadrolaşmaya gidilmiştir. Sağlık kurumlarına yönetici seçiminde geçmişte iyi kötü uygulanan liyakat sistemi çökertilmiştir. Sağlıkta şiddetin önüne bir türlü geçilememiştir.
Pandemi döneminde sağlık personelleri üzerine aşırı iş yükü yüklenerek bu personeller en ağır biçimde ezilmiş, sömürülmüş ve ağır bir idari baskı altında bir nevi mobinge tabi tutulmuşlardır. Bütün bunlar yetmezmiş gibi sağlık personelleri ve yaptıkları hizmetler küçümsenerek değersizleştirilmeye çalışılmış ve sağlık personelleri adeta tükenmişlik sendromuna doğru itilmişlerdir. Türkiye gibi bir ülkede doktorlar, tarihinde ilk defa “Geçinemiyoruz” pankartlarıyla toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenleme zorunda bırakılmışlardır. Bugün geldiğimiz noktada ortaya çıkan tablo, doktoru da, hastayı da, sağlık emekçilerini de, kısacası hiç kimseyi de mutlu edememektedir.
Göçler nedeniyle ortaya çıkan doktor açığı dolayısıyla yurttaşlarımız sağlık kuruluşlarından randevu almakta büyük zorlu çekmektedir. Sağlık kuruluşlarına erişebilmek ve buralardan sağlık hizmeti alabilmek bugüne değin hiç olmadığı kadar zorlaşmıştır. Daha dün Ankara’da, taşıdığı ağır durumdaki kanser hastasına 3 saat boyunca tüm aramalarına rağmen kabul edecek yoğun bakım ünitesi bulamayan duyarlı bir ambülans şoförü, ambulansını Sağlık Bakanlığı önüne çekerek eylem yapmıştır. Bu eylemine ancak, Sağlık Bakanlığının üst düzey yetkililerinin saatler süren sakinleştirme çabaları sonucunda son vermiştir. Yaşanan bu üzücü ve düşündürücü olay nedeniyle, televizyonlar önünde açıklamalarda bulunan bazı hastane görevlileri söz konusu bu eylemi “sağlık emekçilerinin çığlığı” ve “sağlık sisteminin iflası” olarak değerlendirmişlerdir.
Sağlık en temel bir kamu hizmeti ve insan hakkıdır. Bütün bunların yanında özellikle günümüzde çok önemli bir ekonomik sektördür. TTB verilerine göre ülkemizde 2021 yılında sağlık turizminden sağlanan 1 Milyar dolarlık gelir, bütün yıpranmışlığına rağmen bu sağlık sistemi sayesinde elde edilebilmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Haziran 2022 günü Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Bilim, Teknoloji ve Araştırma Binası Açılış töreninde yaptığı konuşmada açıkladığı “Önümüzdeki yıl inşallah 1,5 milyon yabancı hastaya hizmet vererek, küresel sağlık pazarından 10 milyar dolarlık pay almayı hedefliyoruz.” Tahmini gerçekleşebilecekse eğer yine bu sağlık sistemi ve sistemi ayakta tutan çağdaş, laik ve bilimsel tıp eğitimi sayesinde gerçekleşebilecektir. İşte bu ve benzeri nedenlerle sağlık alanında ülkemizi bekleyen asıl tehlike; doktorların bu şekilde yabancı ülkelere göç etmeleri tehlikesi değil, bu doktorları da yetiştiren tıp eğitiminin bilimsel ve etik niteliğinin ve Cumhuriyet yönetimince 1923’lerde kurulmuş olan bu sağlık sisteminin temellerinden çökmesi tehlikesidir.
Eğer bu sistem çökerse; “bir çiçek yetiştirmek için bir yıl, bir orman yetiştirmek için on yıl ve bir kuşak yetiştirmek için yüz yıl” gerektiğini belirten bir Çin Atasözünde söylendiği gibi yeni ve çağdaş bir tıp eğitim sistemi kurmak için yüz yıllar gerekebilecektir. Esasen doktorların göçü olayı, sadece doktorların göçü konusu değildir. Bu olay doğrudan doğruya toplumsal mantalitede meydana gelen değişiklerle ve beyin göçü olgusuyla bağlantılı bir olaydır ki; bu da daha başka ve çok kapsamlı bir araştırma ve incelemenin konusudur.
Celal TEZEL
Mersin Üniversitesi Emekli Uzman Öğretim Üyesi