Türkiye’nin Göçler ve Göçmenler Sorunu
Günlük yaşantımızda pek de karşı kaşıya kalmak istemediğimiz, kimi zaman yüz yüze gelmekten korktuğumuz ve ürktüğümüz “sorun” sözcüğü, TDK sözlüğünde; “Araştırılıp öğrenilmesi, düşünülüp çözümlenmesi, bir sonuca bağlanması gereken durum, mesele, problem” olarak tanımlanmaktadır. Bazı sosyal bilimciler insanı, “sorun çözen bir varlık” olarak değerlendirmekte ve öyle de tarif etmektedirler. Kimi toplumbilimciler ise, “insanların küçük ya da büyük topluluklar halinde yaşadıkları her yerde; bazı sorunların ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu” belirtmektedirler. Buraya kadar her şey normal ama bazı toplumlar bazı dönemlerde öylesine ağır ve çözümlenmesi zor ve öylesine büyük sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar ki, işte toplumları asıl ezen, canından bezdiren, toplumların sağlıklı bir biçimde gelişmesini engelleyen ve bu olumsuz özellikleri nedeniyle de yurttaşlar tarafından karşı karşıya kalınması hiç mi hiç arzu edilmeyen asıl sorunlar, bu ağır ve devasa boyutlu sorunlardır. Geçmişte yaşadığımız ve halen de yaşamakta olduğumuz çeşitli sorunlar açısından üzülerek de olsa bir saptama yapmamız gerekirse; ne yazık ki Türkiye, bir hayli uzun sayılabilecek bir zamandan beri bu çeşit çözümlenmesi zor, ağır ve devasa boyutlu sorunlarla karşı kaşıya kalmıştır. Bunlar ağır ekonomik, sosyal, siyasal, uluslararası diplomatik, kültürel ve yönetsel sorunlardır. Son zamanlarda bu devasa sorunlara bir de Türkiye’nin göçler ve geçici korumalı göçmenler sorunu eklenmiştir.
Hemen baştan, hiçbir komplekse ve duygusallığa kapılmadan, geçekçi bir şekilde ve açık yüreklilikle kabul etmemiz gerekmektedir ki, Türkiye’nin 2011 Yılından itibaren uyguladığı Suriye Politikalarıyla başlayan, günümüze kadar daartarak devam eden ve katlanarak geleceğe ertelenen çok büyük bir plansız, denetimsiz ve kayıt altına alınamayan kitlesel göç ve “GEÇİCİ KORUMALI GÖÇMENLER” sorunu vardır. Ve ne yazık ki, bu sorunun çözülmesi yönünde bugüne kadar, ülke gerçeklerine ve uluslararası hukuka uygun, planlı, tutarlı, uzun vadeli ve insancıl politikalar geliştirilememiştir.
Sorunun çözümü uzadıkça ve belirsiz bir biçimde zamana yayıldıkça geçici korumalı göçmenler ve yurttaşlar arasındaki kutuplaşmalar, sürtüşmeler ve yer yer ortaya çıkan şiddet olayları artmaktadır. Meydana gelen bu tip olaylar ve kamuoyu önünde bugüne kadar yapılan tartışmalar açıkça göstermiştir ki, yetkili kurum ve kuruluşlarca ve ilgili kamuoyunca; ülkemizde yaşanan bu göç olayının ekonomik, siyasal ve sosyolojik boyutlarının tanımlanmasında ve gelecekte ne gibi sakıncalar doğurabileceğinin doğru biçimde ortaya konulmasında çok büyük savsaklamalar, ihmaller ve yanlışlıklar yapılmaktadır. Her şeyden önce işin terminolojisinin yeterince bilinmediği ve bu konuda bazı vahim hatalar yapıldığı gözlenmektedir. Bu sorun, ekonomik, siyasal, diplomatik, sosyolojik ve kültürel olmanın yanında, aynı zamanda bir uluslararası hukuk sorunudur.
Bu nedenle, bu olaya ilişkin yapılan tanımlamaların ve kullanılan kavramların; iş diplomasi masasına geldiğinde taşıyacağı anlamlar ve göçmenlere tanıyacağı haklar açısından çok büyük önem taşıdığı bilinmelidir. Bu nedenle, göç konusu tartışılırken kullanılan dile ve kavramlara da özen gösterilmesi gerekmektedir. Ancak geliniz görünüz ki, bizim ülkemizde; gazetelerde makaleler yazan bazı köşe yazarlarının, her gün televizyonlarda pop yıldızı gibi boy gösteren, her konuda ahkâm kesen, hikmeti kendinden menkul kimi malum konuşmacıların, bazı politikacıların ve hatta bazı akademisyenlerin bile göç olgusu ve yabancıların hukukuna ilişkin bazı kavramları yanlış kullandıkları görülmektedir. Örneğin çoğunlukla, sığınmacı ve mülteci kavramları birbirine karıştırılmaktadır. Oysa bu kavramlar, birer uluslararası hukuk kavramı olarak, birbirinden çok farklı anlamlar taşımaktadır. Sözünü ettiğimiz bu terim ve kavramları kısaca şu şekilde açıklamamız mümkündür.
BİLİNDİĞİ GİBİ, ULUSLARARASI HUKUKA GÖRE;
GÖÇMEN: Hem maddi ve sosyal durumlarını iyileştirmek hem de kendileri veya ailelerinin gelecekten beklentilerini arttırmak için başka bir ülkeye veya bölgeye göç eden kişi ve aile bireyleri şeklinde tanımlanmaktadır. Esas olarak, ülkesinden zulme uğrayacağından haklı nedenlerle korktuğu için değil, eğitim ve çalışma gibi nedenlerle ayrılan kişilere denilmektedir.
DÜZENSİZ GÖÇMEN: Göç ettiği ülkeye o ülkenin yasalarını ihlal ederek giriş yapan, ülkede kalmak için yasal hakkı bulunmayan, ülkenin yasalarını ihlal ederek çıkış yapan kişilere denilmektedir. MÜLTECİ: Vatandaşı olduğu ülke dışında olan ve “ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulme uğrayacağından haklı nedenlerle korktuğu” için vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen veya dönmek istemeyen kişiler şeklinde tanımlanmaktadır. SIĞINMACI: Mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişilere denilmektedir. Bu terim genellikle, mülteci statüsü almaya yönelik başvurularının hükümet ya da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından karara bağlanmasını bekleyen kişiler için kullanılan bir terimdir. Statüleri resmi olarak tanınmamış da olsa, sığınmacılar kendi ülkelerine zorla geri gönderilemezler ve yasal haklarının da korunması gerekmektedir.
VATANSIZ (HAYMATLOS): Kendi yasalarının işleyişi içinde hiçbir devlet tarafından vatandaş olarak sayılmayan kişiler için kullanılan bir terimdir. Türkiye’nin uluslararası sözleşmeler karşısındaki durumunu ise şu şekilde özetlemek mümkündür. Türkiye, “Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi”ni 1961 tarihinde onaylamıştır. 1967 yılında ise, Cenevre Sözleşmesi’nden ayrı olarak “Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Protokol”ü de imzalamıştır. Ancak Türkiye, Cenevre Sözleşmesi ile düzenlenen coğrafi sınırlama ilkesini sürdürme yolunu seçmiştir. Türkiye’de bu kavramlar “2014 tarihli, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”nda düzenlenmiştir.
BU KANUNA GÖRE TÜRKİYE; AVRUPA DIŞINDAN GELENLERİ MÜLTECİ OLARAK KABUL ETMEMEKTEDİR.
Ülkemizde, Avrupa dışından gelenlerin üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mülteci statüsünde geçici olarak Türkiye’de kalmalarına izin verilmektedir. Uluslararası koruma arayan yabancılar Türkiye’ye adım attıklarında “mülteci veya şartlı mülteci statülerini” almak için başvurmaktadırlar. Bu kişilerin statüleri verilene kadar kendilerine “uluslararası koruma başvuru sahibi” denilmektedir. TÜRKİYE HUKUK SİSTEMİNDE SIĞINMACI KAVRAMI YOKTUR. BU NEDENLE;
TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİLER “GEÇİCİ KORUMA” STATÜSÜNDEDİRLER.
GEÇİCİ KORUMA: Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve haklarında bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemi yapılamayan yabancılara sağlanan koruma şeklinde tanımlanmaktadır. Buna göre; 6458 sayılı yasa kapsamında yayınlanan Geçici Koruma Yönetmeliği gereğince; Suriye’den Türkiye’ye gelen “kayıt altındaki” kişilerin hukuksal statüleri “Geçici Koruma” statüsüdür. Bu kişiler bireysel bir prosedür olan “şartlı mülteci statüsü” için başvuru yapamazlar. Yasal ve doğal olarak bu kişilerin kendi ülkelerinden bizim ülkemize gelmelerine neden olan tehdit ortadan kalktıktan sonra bu kişilerin kendiliğinden kendi ülkelerine geri gitmeleri veya gönderilmeleri gerekmektedir. Ancak bizim ülkemizde kimi Suriyelilere çeşitli vesilelerle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmektedir. Böyle bir uygulama öteki Suriyeliler için özendirici olmaktadır. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’deki Suriyelilerin hemen hemen tamamına yakını Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını elde etmek ve bu şekilde çifte vatandaşlık haklarından yararlanabilmek için büyük bir çaba sarf etmektedirler. Afgan göçmenlerin durumu ise daha farklıdır. Bunlar, düzensiz göçmen statüsündedirler.
Bu nedenle, Uluslararası Hukuka göre, Türkiye’nin bunları hiç bekletmeden sınır dışı ederek geldikleri ülke olan İran’a gönderme hakkı bulunmaktadır. İçinde yaşadığımız şu günlerde üzerinde çokça konuşmaya başladığımız göç olgusu, insanlık tarihi kadar eskidir. Bir başka söyleyişle insanlık tarihi bir yönüyle de göçler tarihi olarak tanımlanmaktadır. “Kavimler Göçü” gibi bazı göçler, tarihte silinemeyecek derin izler bırakmıştır. Tarihin akışının değişmesine neden olmuştur. Tarihte bilinen en eski yerleşim yerlerinden birisi olan Kadim Anadolu toprakları da tarih boyunca çok çeşitli göç olaylarına sahne olmuştur. Günümüzde karşı karşıya kaldığımız Suriyelilerin Türkiye’ye yapmış oldukları göç hareketleri de tarihteki en büyük göç hareketlerinden birisidir. Türkiye’ye bunlardan başka, başta Afganlar olmak üzere çok çeşitli Orta-Doğu ülkelerinden de göçler olmaktadır. Ayrıca, yabancılara konut satışı yoluyla verilen vatandaşlık sayısı da 100 bini aşmıştır. Bu göç hareketlerinin ve yabancılar politikasının nasıl sonuçlar doğuracağını elbette ki tarih yazacaktır? Planlı bir şekilde karşılanamayan, kayıt ve kontrol altına alınamayan göçlerin yıkıcı etkileri olabilmektedir. Göçler, başta ekonomik olmak üzere, çok çeşitli siyasal, yönetsel, sosyal, kültürel ve ahlaki sorunlara ve bazı asayiş sorunlarına neden olabilmektedir. Milli gelirden kişi başına düşen payın azalması nedeniyle yoksullaşmayla sonuçlanabilmektedir.
Türkiye’nin bugüne kadar, dünya gerçeklerine uygun, ülke ve toplum çıkarlarını gözeten, planlı, sistemli, tutarlı ve uzun vadeli bir göç ve göçmenler politikasını geliştirememiş olması; kimi çevreler tarafından çeşitli yönleriyle sorgulanmakta ve önemli bir eksiklik olarak değerlendirilmektedir. Sorunun, uluslararası hukuka uygun, akılcı, gerçekçi ve insani politikalar geliştirmeden çözümlenemeyeceği gün gibi aşikârdır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “yabancıları, davulla zurnayla ülkelerine göndereceğiz” söylemi kamuoyunda çok büyük bir taraftar kitlesi ve destek bulmaktadır. Öteki muhalefet partilerinin de buna benzer, göçmenleri kendi ülkelerine geri göndermeyi esas alan çeşitli projelerini zaman zaman kamuoyu ile paylaştıkları görülmektedir. Üstüne üstlük bu söylem, siyasi partilere oy da getirmektedir. Kamuoyunda, yabancıların ülkelerine gönderilmeleri konusunda çok büyük bir beklenti oluşmuştur. Ancak, aradan geçen bunca zamana rağmen konu hakkında hala olumlu ya da olumsuz herhangi bir karar verilememiş ve çözüm projeleri de üretilememiştir. Suriye’den göç olayının üzerinden 11 yıl geçmiştir. Belirsizlikler içinde geçen bu zaman Türkiye’nin aleyhine sonuçlar doğurmaktadır.
Netice itibariyle, sorunun çözümünün bu şekilde zamana yayılmasının Türkiye’nin göçler ve göçmenler sorununu giderek daha da karmaşık bir hale getireceği, zorlaştıracağı ve maddi ve sosyolojik olarak büyük zararlar vereceği hususu da hiçbir zaman akıllardan çıkartılmamalıdır.
Celal TEZEL
Mersin Üniversitesi Emekli Uzman Öğretim Üyesi